12 Ekim 2008

"Bir Bodrum Yazı" Dizisi: Özgürlük ve Yaşam Kız (1.Bölüm)

Alcatraz Seagull by Justin Blanton
Bundan 4 yıl önce yazdığım 8 bölümlük bir yazı dizisini paylaşmak istedim. Entelektüel ve duygusal olarak çok yoğun şeylerin bir anda yaşandığı bir zamanda yazıldı. Bu yüzden konudan konuya atladığım bir yazı dizisinden öte yazı zinciri oldu aslında. Umarım beğenirsiniz. En sonunda o günden bügüne bir gelişim raporu da yazarım. :)

* * *
Özgürlük çok önemli şey. Hayatta herşeyin ama herşeyin temelinde onun olduğunu bilmekten başlamalı özgür olmaya. Çünkü yine elimizde her bilgi ve fikir varken ancak tam özgürce sınayabilir ve tartabiliriz özgürlüğümüzü.

Bugün ilginç bir gündü benim için. Ben belki felsefî düşüncelerde sağlık-para-özgürlük üçgenine bir anlam yükleyebilir, birinden biri olmadan da diğerlerinin varlığını kabul edebilir, yada itiraz edebilirdim. Ama bugün belki de çok ufacık bir anda, bütün bu kavramların toplu etkileşimiyle irkildim. Sanki onlar üç farklı elementin gaz bulutu, ani bir çarpışma ile benim dünyama yeni bir dünya kattılar. Sanki bir an için dünya durdu, ben indim ve etrafıma baktım; tüm insanlığa, fakiri, zengini, sakatı, sağlamı, ölüsü, dirisi, kölesi, efendisi.. Baktım hepsine, inceledim. Başım çok dönüyordu; çok kaptırmış olmalıyım kendimi dünyanın akışına. Sanki araba penceresinden karşıdan gelen arabaları takip etmek için son hız kafasını çeviren bir çocuk gibiydim bütün hayatım boyu. Böylece fizik kurallarına göre onlarla aynı hıza erişecek ve onları dikkatlice görebilecektim. Farkettim ki bunda ne ben başarılı olmuşum, ne de başımın hızla dönmesine, ve kendi düşüncelerimin, hayatımın ve zamanımın da ziyanına engel olabilmişim. Boşa çekilen bir kürek serisi, elde var yok kadar az...

* * *
Herzamanki gibi başladım günüme. Güzel bir Bodrum sabahı. Bugün biraz daha şaşkındım belki de; kahvaltı sofrasında olanları akşamüstü yapılan bir sohbette öğrenecek kadar uyurgezer başlamıştım sabaha. Bugün Cuma ve iki haftadır gidemiyordum namaza. Hazırlandım, e-postalarımı kontrol ettim ve namaza yetiştim. Biraz son anda oldu o da. Dedim ya bugün enteresan bir gün; kendimde değilim. Neyse daha sonra indim sahile arabamla. Anında oranın güvenliği Arif Ağabey'i, çok da severim kendisini hele hele o Galatasaray-Fenerbahçe sohbetlerimizdeki tatlı kızdırmalar bir başka zevkli geçer, üzerime hafif tedirgin, hafif çaresiz yürümeye başladı. Aslında ben yürürken O arkamdan yetişmeye çalışıyordu desem daha yeridir. Bana kuş ailesinden olan bir hayvandan ve onu kurtarıp kurtaramayacağımı soruyordu. Ne tam dinlemiş, ne tam anlamış ne de umursamıştım hani. Gülüp geçerken tam anlamadan neler olup bittiğini, ablamın karşıdan aynı surat ifadesiyle yaklaşıp benim daha iyi anlayabildiğim bir dille konuşma çabasıyla karşılaştım. Olayın özünde, yaralanmış, dalgalardan kaçamayarak kayalara vura vura ölmekten kurtarılmış ve bir boya kutusuna konmuş bir martı, ve onu acilen en yakın veterinere götürecek kişinin eksikliği vardı. O an ayıldım biraz, çünkü bu sefer gerçekten “ne oluyor” şokuna girmiş ve teklifi seve seve kabul edeceğimi bildirirken bir yandan da çivi çiviyi söker misali başka bir salaklaşma anı ile sanki ayılıyordum o ilk uykulu-salak halimden.

Kuş veterinere götürüldü, yarım saat kapıda doktor beklendi, sonunda martının beni gagalamaması için dua ederken her ne kadar doktor bana gagalamaz diyorduysa da, göğsüne iğnesi benim ellerimde yapıldı ve en son da şurubu içirildi. Çocuk gibiydi. Çaresizdi. Gözlerine bakınca benim gibi hayvanlarla pek alakası olmayan biri bile "Beni kurtarın!" çığlıklarını duyabiliyordu. Zayıflıktan etsiz kalan göğsüne ellerimin arasında iğne yapılırken bile tek tepki vermedi. Doktor da kendi hayvanımız olmadığını anlayınca (kim martı besler ki) biraz şaşırdı, biraz sevindi; sanırım beni çok hayvansever biri sandı. Neyse ilaçları alındı. Arif Ağabey'e geri götürüldü ve yapılması gerekenler anlatıldı. Akşamüstü olduğunda daha bir güçlendiğini, her ne kadar hala ayakları üzerinde duramasa da Arif Ağabey'in minicik kişisel bütçesiyle aldığı balıkları cup cup götürdüğünü, su içtiğini ve birazdan da şurubunu içeceğini öğrendim. Hayatımda bir kuşun bana bu kadar şey oğreteceğini düşünemezdim. Richard Bach’ın “Martı Jonathan Livingston” adlı kitabına yüklediğim yada o kitabın benim hayatıma yüklediği anlam artık çok farklıydı.

* * *
Bunları düşünüyor, daha önce yaşamadığım bu garip huzuru ve o martının özgür olma adına duyduğu özlemi düşünüyordum ki karşıma hergün gördüğüm ve hergün daha da beni vuran bir örnek çıktı, beraberinde beynimde beliren yepyeni anlamlarla. Bir güzel kız, tekerlekli sandalyede, iskelede... Hergün iniyor, O’na özel, denize girmesi için yaptırılmış mekanizmayla iskeleden denize indiriliyor ve saatlerce çıkmıyor. Bir o yana yüzüyor bir bu yana. Suyu çok sevdiği konuşuluyor iskelede. Çünkü O’nun özgürlüğü orda. Belden üstü çok kuvvetli ve suyun içinde istediği heryere gidebiliyor. Özgürlüğün keyfini benden bile daha çok sürüyor ki sanıyorum, yüzü sürekli gülüyor. O kadar da güzel bir gülüşü var ki… İskelede sanki bir mıknatıs ve tüm direnişlerime karşı beni kendine çekiyor. O’na bakmak huzur veriyor. Gülüyor, gülüyor ve gülüyor bu kız. Sakatlığı ile dalgasını geçiyor iskelenin diğer yanında boy-pos oranları kendisiyle aynı olup da sakat olmadıkları için yeni aldıkları bikinilerle salına salına gezen bayanlara bakarken. Onları da tanıyor, onlara da gülümsüyor. Sanki O’nu hiçbirşey üzmüyor. Demiyorum ki ben tüm sahte ve gerçek gülüşleri mükemmel ayırt edebilirim, ama bu kız numara yapmıyor. O denize girince o an hiç girmek istemiyorsam bile ben de denize giriyorum. Belki O’nunla sadece "merhaba"dan öte bir muhabbet ederim diye. Konuşuruz, bana anlatır zorlukları, hayatın güzelliklerini diye. Belki O konuşur ve ben saatlerce dinlerim diye. Ama O hep yüzüyor; dubaların bir sağından aşıyor limitleri, bir solundan... Koyu dar ediyor sanki "Bakın! Dünya bana dar değil, BEN YAŞIYORUM, BEN ÖZGÜRÜM" dercesine. Kıymet bilmek için illâ zorda mı kalmak gerekiyor?

Tüm bunların yarattığı acı-karmaşa-çözüm hırsı üçlemini belli kalıplara oturtmaya çalışırken, o ani patlama gerçekleşti. Yine hep bildiğim, inanmak gerektiği için inandığım, birileri bana dediği için kanıksadığım bir düşünce benim benliğimle birleşti. “Özgürlük herşeydir!” Sağlık veya paradan bağımsız olamaz özgürlük. Özgürlük en temeldedir ve biz sürekli hayatımızda bundan yine kendi özgür irademizle vazgeçiyoruz. Kendimizden ödün vererek, kendimizi yersiz tehlikelere atarak, ihanet ederek, tembellik ederek, kendimiz isteyerek kendimizi kısıtlıyoruz. Mutlu olmak, gülmek bir özgürlükse ve buna engel hiçbirsey yoksa ne diye hala somurtuyoruz? İllâ kıymet bilmek için zorda mı kalmak gerekiyor?

* * *
Martıya ne mi oldu? O artık özgür... Belki engin gökyüzüne uçarak değil ama acılarından özgür olarak kendi cennetinde... Yakaladığı gribi atlatamamış.

Kıza ise “YAŞAM” ismini verdim, gerçek ismini bilsem de. Artık iskelede hergün O’nu bekliyor, O gitmeden gitmiyorum. O'na her bakışımda YAŞAMI hatırlıyor ve yeniden seviyorum. O'nun gülüşünde tekrar yaşadığımı hissediyor ve kendimi her ne kadar O'nun karşısında çok güçsüz hissetsem de, aslında yaşama karşı O'nu örnek alarak daha da güçleniyorum.

devam edecek...

ua | 31-Temmuz-2004 | Yalıkavak

photograph by Justin Blanton @ http://justinblanton.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder