14 Nisan 2009

ISSIZ ADAM'IN ACIYAN CANI ÜZERİNE

Issız Adam Film Sahnesi
Daha önce de belirttiğim ve hassasiyet gösterdiğim konulardan biri bu blogda alıntılardan uzak durma felsefem benim için çok önemlidir. Ama herşeye rağmen zaman zaman istisnalar olabilirken ben sanırım her seferinde bu mini açıklamayı yineleyeceğim. Hem prensiplerime bağlılık, hem de alıntısını yaptığım insan ve siz okuyucularımın bu yazılara alıntı yapacak kadar değer verdiğimi bilmesi ümidiyle...

Az önce yeniden Issız Adam filmini izledim. DVDsi var. Sanırım DVD atlama yapıyor ama konumuz bu değil zaten tek yerde yaptı neyse. Biraz önce Facebook'ta durum çubuğuma yazdığımı burda da yineleyim:

rezil oyunculuk, inanilmaz sarkilar, yureklerden bir hikaye, tarifsiz bir son 20 dakika... bas agrisi, goz yasi... issiz adam...
Aslında yazacak o kadar çok şey var ki... Bir yerden başlamak lâzım dedim çünkü bugüne kadar 'çok şey var' diyip yazamadım nereden başlayacağımı bilemeyerek. Ben de ilk olarak hâlâ bugün bile çoğu insanın bu filmdeki bazı derin mesajları alamadığını düşündüğümden başlamak istedim. Bence çoğu insan çok yüzeysel baktı bu filme. Hâlbuki sinema adına o kadar rezil bir yapım ki bence yüzeysel bakınca aslında fazla birşey yok. Ama detaylarda deryalar saklı işte. Bugüne kadar bu film hakkındaki düşüncelerimi kelimelerle süsleyen benden başka tek bir insan tanıdım. Aşağıdaki yazı da kendisinin. Bu güzel insan aynı anda bana DVD'yi hediye eden insan. Ben de tüm bunlardan dolayı bu yazıyla açılışı yapmak istedim. Umarım beğenirsiniz en az benim kadar...

Yüreğine, gözlerine, ellerine sağlık... Kesene bereket :)

* * *
Ben kadından çok, adamın canının acıdığı bir film seyrettim.

Ben, o acıdan çok etkilendim.

Alper’in;

Sessiz çığlıklarına,

Kararsızlıklarına,

Tutarsızlıklarına,

Duygularıyla başedememesine...

İnsan olma haline içerledim.

Annesine iki kere üst üste, zar zor, kıvranarak: “Zor be anne, çok zor...” diye kısa, az öz ama gümbür gümbür ve bir o kadar da net bir cümlecikle ifade ederken kendini,

İçini hıçkırıklarla açamadığı,

Boğazına düğümlenen hayatına ağlayamadığı için acıyan canına yandım.

Alper’i yalnızlığa bu kadar “müstahak” görebilmemizi yadırgadım.

Ben hiç de sıradan bir aşk hikayesi seyretmedim.

Hangi aşk hikayesi sıradandır ki?

Ben daha çok, ortak bir tabumuzu seyrettim.

Bir adamı nasıl da hemen “kanında mikrop taşıdığı” için dışlayıp yargıladığımızı,

Hemencecik kınadığımızı,

Kolaycacık hatalı bulduğumuzu,

Alper’i seyrederken farkettim.

İnsanın karşı cinsi kötülemesi ne kolay değil mi?

Neydi bize ters gelen?

Rüyasını görsek yüzümüzün kızaracak olduğu “ayıp” fantezilerin karşımıza çıkması mı?

Peki biz hiç mi aykırı hayaller kurmadık?

Hiç mi açık seçik rüyalar görmedik?

Sizi bilmem; ama yalancı göründük benim gözüme...

Kendimizden utanmayı kanıksadığımız için, başkasını utandırmaktan da rahatsızlık duymaz olmuşuz.

Çok merak ediyorum, aramızda kaç tane adam Alper’le aynı durumdadır?

Acaba kaç tane adam, duygularını rahatça, özgürce dışa vurabilip tabulaştırılmış acılarından kurtulmayı başarabilmiştir?

Ya da kaç tane kadın bunu yapabilmiştir?

Çok merak ediyorum;

Kaç tane adam, aşık olduğunda hiç düşünmeden: “Seni seviyorum!”,

Aşkı bittiğinde de,

Düşünerek ve paravanlara sığınmadan: “Seni sevmiyorum!” diyebilecek şekilde, bu hisleri duyarak, hissederek, yaşayarak yetiştirilebilmiştir sizce?

Acaba aramızda kaç tane adam ve kadın,

Bir insan bedeninde cinsiyetlerin, acıların, sevinçlerin, hazların, ihtirasların, tutarsızlıkların, sıradanlığın, uçukluğun, kabiliyet ve beceriksizliğin aynı anda olabileceğini ve bütün bunların birleşebileceği fikrine aşikar büyümüştür bu şehirde?

Doğurgan ve duygulu kadınlar aşkı büyütürken; duygusuz erkekler aşkı tüketmekte...

Alın bize ağzımıza yapışmış tipik bir cümle,

Ağır bir itham!

Canı acıyan kadın kendi küllerinden doğarken,

Adam acısıyla beraber küllerine mahkum kalıveriyor...

Haksızlık değil mi bu sizce?

Issız Adam,

“Çıldırtan kalabalık” üzerineydi bence.

N.Ç.

Bir Dinle Bin Hisset: Ayla Dikmen - Anlamazdın (Issız Adam Film Müziği)

4 yorum:

  1. Kesinlikle hemfikirim.
    Bana göre son 15 dakikası dışında çok basitti.
    Alperin annesine ''Zor be anne çok zor '' dediği sahne gibi birtakım detaylar ve filmin müziklerinin sağlamlığı filmin yapımının kötülüğünü örtbas etti.

    YanıtlaSil
  2. çokk soğukk yerlerde içimi ısıtan bir filmi hatırlattınız... sevgiler:)

    YanıtlaSil
  3. Geçiyordum uğradım; ama yazıyı okuduktan sonra kaldım ve yorum yapmadan da geçmek istemedim aslında...

    Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, filmi izlediğimde son 10 dakikasına kadar filmin neden bu kadar beğenildiğine akıl sır erdirememiştim. Halbuki her çıkan ısrarla filmi övmekte ve kalmadan mutlaka görmelisin yorumları peşpeşe gelmekteydi. Belki de ondan gözümde çok büyüttüm filmi, oysaki Çağan Irmak'ı da gerçekten çok beğenirim...

    Kafamdan bunlar geçerken, son 10 dakika beynime ve yüreğime kazındı diyebilirim, en gardımı indirdiğim anda...

    Sonrası mı? Bir hafta boyunca sürekli ilişkileri sorguladım kafamın içinde, eğrisiyle doğrusuyla... Öyle değil de böyle, böyle değil de şöyle olsa neler olabilirdi diye... Sadece film üzerinden değil elbette, yaşanmışlıkların, görmüş geçirmişliklerin de üzerinden bir bir geçildi...

    Alper elbette tek Issız Adam değildi. Filme giren her erkek kendisini Alper'in, her giren kız da Ada'nın yerine koyuyordu. Hepimiz meğer ne çok Alper'ler Ada'lar barındırmışız içimizde de haberimiz yokmuş diye düşünmemek elde değil...

    Ancak, benim izlediğim filmle ve kendi adıma gözlemlediğim Alper'le yukarıda çizilen manzaranın da kesinlikle uzaktan yakından ilgisi yoktu bunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Tabi ki bundan da doğal birşey olamaz sanıyorum ki. Her insan çevresini kendi duyusal filtresinden geçirmeden salt gerçeklik olarak algılayamaz ki çeşitliliğin de temeli buna dayanır. İşte tam da bu nedenle kendi algımı paylaşmadan ona değinmeden geçemedim bu sayfadan...

    Ben de bir aşk hikayesinden çok bir erkeğin çelişkilerini, acılarını, çırpınışlarını izlediğimi düşünüyorum. Ancak, bana göre Alper'i dışlanmışlığa iten toplum değil, kendi içindeki çelişkilerdi. Kendi içindeki boşluk, ve belki de aidiyet eksikliği ile her geçen gün büyüyen tatminsizlik hissi kanındaki mikrobu oluşturmuş; bir tarafı bu yalnızlık ve tatminsizlik sona ersin ve o da toplumdan biri olabilsin ister ve Ada'ya sıkı sıkı sarılırken; çelişen, ve düzenini bozmak istemeyen, belki de sorumluluktan kaçan ya da kimselere güvenemeyip kırılıp incinmekten korkan öteki yanı da Ada'ya öfkesini kusup onu kendinden uzaklaştırmak için elinden geleni yapıyor. Bu çelişki için de kıvranan Alper çözümü çelişkinin etkeni olarak gördüğü Ada'yı kendinden uzaklaştırırken; aslında kendini mikropun pençesine bıraktığını fark edemiyor...

    Kısaca benim gördüğüm Alper, kendi çelişkilerinin kurbanı ve her çırpınışı belki de onu bataklığın biraz daha dibine çekiyor...

    Ada'ya gelince, onun ise küllerinden falan doğduğu yok bana göre... Başka bir adamın kollarında Alper'i hayal eden bir kadın, nasıl yeniden doğmuş olabilir ki... Geçmişin üstesinden gelmeden/gelemeden kendini yeni bir erkeğin kollarına bırakarak nasıl herşeyin çözüleceğini düşünebilir... Sonuç mu? Bana göre, boşanmayla sonuçlanacak yeni bir evlilik daha...

    Neyse, bana kalsa daha yüz yıl daha konuşurum. Zaten ufak çapta bir roman da yazdım sanırım ayaküstü... Baya doluymuşum sanırım... Onun için burdan sonrası kısa kesiyor herkese iyi günler diliyorum... Ya da geceler...

    Hoşçakalın...

    O.G.

    YanıtlaSil
  4. Aynen katılıyorum size ;)

    YanıtlaSil